13 Mayıs 2013 Pazartesi

Ziya Paşa

Ziya Paşa (1825-1880)

1825 yılında İstanbul'da doğdu. Asıl adı Abdülhamid Ziyaeddin'dir. Beyazıt Rüştiyesı'ni bitirdi. Özel öğretmenlerden Arapça ve Farsça öğrendi. Sadaret Mektubî Kalemi'ne devam etti. Mustafa Reşid Paşa'nın yardımıyla 1855'te Saray Mabeyn Kâtipliği'ne girdi. Âli Paşa'nın sadrazam olmasıyla saraydan uzaklaştırıldı. Zaptiye Nezareti müsteşarlığı, 1861'de Kıbrıs, 1863'te Amasya mutasarrıflığı görevlerinde bulundu. Bosna bölgesi müfettişliği Meclis-i Vâlâ azalığı yaptı.

1865'te Meşrutiyet yanlısı Yeni Osmanlılar Jön Türk Cemiyetine girdi. İkinci kez Kıbrıs mutasarrıflığına atanınca, Mustafa Fâzıl Paşa'nın çağrısı üzerine, Namık Kemal'le birlikte 1867'de Paris'e kaçtı. Daha sonra Londra'ya geçti. M. Fâzıl Paşa'nın sağladığı imkanlarla, Namık Kemal'le birlikte 1868'te Hürriyet gazetesini çıkardı. M. Fazıl Paşa merkezi yönetimle anlaşıp, yardımlarını kesince, 1870'te Cenevre'ye geçti. Namık Kemal, Agâh Efendi, Ali Suavi ve öbür arkadaşlarıyla Yeni Osmanlılar Cemiyeti'nin yönetiminde görev aldı. Âli Paşa'nın ölümü üzerine 1871'de İstanbul'a döndü.1876'da Maarif Nezareti müsteşarlığına atanmasına kadar birçok görevde bulundu. Namık Kemal'le birlikte Kanun-i Esasî Encümeni'nde çalıştı. 1877'de Suriye valiliğine gönderildi. Daha sonra Adana valiliğine atandı. Burada görevdeyken 17 Mayıs 1880'de öldü.

Edebi kişiliği

1. Ziya Paşa'nın şahsında ve yapıtlarında bir ikilem vardır. Divan edebiyatı kültürüyle yetiştiği için Doğu kültürü ile Batı kültürü arasında bocalamıştır. Şiir ve İnşa makalesinde Halk edebiyaı ve dilini savunur; gerçek şiirimizin halk şiiri olduğunu belirtir. Ancak daha sonra yazdığı harabat adlı antolojide divan şiirini yücelterek halk şiirini kötülemiş ve halk şairlerinin şiirlerini eşek anırmasına benzetmiştir.

2. Eserlerinde II. Abdülhamit yönetimine karşı özgürlükleri ve meşrutiyeti savundu.

3. Batılılaşma yanlısı, yenilikçi Tanzimat Edebiyatı'nın öncüleri arasında yer aldı.

4. Namık Kemal ve Şinasi ile birlikte yeni Türk edebiyatının temellerini attı.

5. Türk edebiyatının kendi geleneğine sahip çıkmasını istedi, şiir ve yazı dilinin halkın dili olması gerektiğini savundu.

6. Sürekli eski-yeni ikilemi içinde kalmıştır.

7. Divan şiiri kültürüyle yaşayan Ziya Paşa divan tarzı şiirlerinde daha başarılıdır. Biçimde eskiden kopamamasına rağmen içerikte yeniliğe kavuşmuştur.

8. Edebiyatımızın en önemli terkib-i bent ve terci-i bent şairidir. En ünlü şiiri Trekib-i Bent döneminin sosyal bir eleştirisidir.

9. Birçok beyti sonradan özdeyiş niteliği kazanmıştır.

10. Şiirlerinde didaktik (öğretici) yön ağır basar. Felsefik ve metafizik konuları işlemiştir.

11. Edebiyatımızın ilk mülakat örneği olan Rüya Ziya Paşa'ya aittir.

12. Hece ölçüsüyle yazılmış bir de türküsü vardır.

Eserleri:

Zafernâme
Harâbat, (3 cilt-1874)
Tercî-i Bend ve Terkib-i Bend
Eş'âr-ı Ziya
Endülüs Tarihi, (2 cilt)
Rüya
Veraset Mektupları
Külliyat-ı Ziya Paşa
Ziya Paşa'nın Şiirleri


ŞİİR VE İNŞA
Şiirin genel tanımı "vezinli söz"dür...

Şiir her kavimde tabiidir. Yer yüzüne ne kadar millet ve kavim gelmişse, hepsinin kendilerine mahsus şiirleri vardır. Osmanlıların şiiri acaba nedir? Necati ve Baki ve Nef'i divanlarında gördüğümüz kasideler ve gazeller ve kıtalar ve mesneviler midir? Yoksa Hoca ve Itri gibi musikicilerin besteledikleri Nedim ve Vasıf şarkıları mıdır?

Hayır, bunların hiçbiri Osmanlı şiiri değildir. Çünkü görülür ki, bu nazımlarda Osmanlı şairleri İran şairlerini ve İranlılar da Arapları taklit ile melez bir şey yapılmıştır. Acaba bizim bağlı olduğumuz milletin bir dili ve şiiri var mıdır? Hiç burasını düşünmemişlerdir.

Nesir yolunda da hal bütünüyle böyle olmuştur. Ferudun'un Münşeat'ı, Veysi ve Nergisi'nin eserleri ve başka beğenilmiş nesirler ele alınsa içlerinde üçte bir Türkçe kelime bulunmaz.

Şiir ve nesrin bu hale girmesi bu devrin yapması değildir. Acemler İslamiyeti kabulden sonra şeriat ilmini öğrenmek için Arap dilini öğrenmeye düştükleri sırada kendi dillerinin şiir ve nesrinde dahi onu taklit ettikleri gibi, biz de Osmanlı Devleti'nin kuruluşunun ilk zamanlarında İran bilginlerini getirmeye muhtaç olduğumuzdan, onların eğitimi üzere kendi dilimizi bırakıp Acem şivesini taklit yanlışlığına düşmüşüzdür ki, Osmanlı ülkesi bilginlerinin bu konudaki savsaklama ve kusuru bağışlanmaz bir yanlıştır. Çünkü insanoğlu arasında düşünce alışverişinin vasıtası dildir. Bir milletin dili yazılmış kurallar altında olmayıp da her eline kalem alan kimsenin keyfine uyar ve tabii halinden çıkarsa, o millet arasında karşılıklı iş vasıtası bozulmuş demek olur.

Bugün resmen ilan olunan fermanlar ve emir-nameler halk önünde okutulduktan onlardan bir fayda sağlanabiliyor mu? Ya bu yalnız yazıda alışkanlığı olanlara mı mahsustur, yoksa okumamış halk tabakası, devletin emrini anlamak için midir?

Vah bize! Yazık bize! Bu hale göre bizim millette tabii hal üzere ne şiir ve ne de nesir var demek olur.

Hayır, bizim tabii olan şiir ve nesrimiz taşra halkıyla İstanbul ahalisinin okumamış kısmı arasında hala durmaktadır. Bizim şiirimiz, hani şairlerin vezinsiz diye beğenmedikleri halk şarkıları ve taşrada çöğür (saz) şairleri arasında deyiş, üçleme ve kayabaşı denen nazımlardır. Ve bizim tabii nesrimiz, Kaamus çevirmeninin (Mütercim Asım Efendi'nin) ve sonradan Muhbir gazetesinin kullandığı yazı şivesidir.

Gerçi, bu nazım ve bu yazı istenen derecede sanatlı ve gösterişli değilse de Osmanlı halkı ilerlediği sırada bunlara rağbet edilmediğinden, oldukları halde kalmışlar, gelişememişlerdir. Hele bir kere rağbet o yöne dönsün, az vakit içinde ne şairler, ne yazarlar yetişir ki, akıllara şaşkınlık verir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder